Ünlü Ressamlar

LEONARDO DA VINCI

İtalyan Rönesansının ve hümanizmin en büyük güçlerinden biri olan Leonardo Da Vinci, 1452 yılında ailesinin adını aldığı Vinci kasabasında doğdu. Babası avukat Ser Piero Antonio da Vinci, Leonardo'nun annesi soylu bir aileden gelmediği için onunla evlenemedi ve Leonardo evlilik dışı doğdu. Annesi Catarina sonradan başka bir erkekle evlendiği için Leonardo babasının evinde yetiştirildi.

Leonardo, ilk öğrenim yıllarında aritmetik ve geometride öğretmenlerini sorduğu sorularla şaşırtacak kadar çabuk ilerledi. Keskin zekası ve yetenekleri çok küçük yaşlarda bile dikkat çekiyordu. Müzikle de ilgileniyor ve oldukça iyi bir şekilde lut çalıyordu. Fakat çocukluk yıllarında en gözde uğraşı resimdi. Babası bu yeteneği farkedince, onu Flosansa'nın en önemli atölyelerinden birinin başında olan ve aslen bir kuyumcu ustası olan Andrea del Verroccio'nun eğitimine verdi. Burada Botticelli, Perugino, Lorenzo di Credi, Francesco di Simone, Botticini ve Biagio d'Antonio ile birlikte son derece kapsamlı bir sanat eğitimi aldı. Leonardo,1469 ile 1476 yılları arasında devam ettiği alışılmışın dışında bir eğitim veren 'politeknik labarutuvarından' çizim , mimari ve heykelin yanı sıra optik, botanik ve müzik alanlarında da temel bilgiler edindi. (Leonardo'nun ünlü Arno Manzarası, Müneccim Kralların Tapınması ve Aziz Hieronymus eskizi ile birkaç resim bu döneme aittir.) Veroccio'nun ''İsa'nın Vaftiz Edilmesi'' tablosundaki meleklerden birinini Leonardo'ya ait olduğu düşünülmektedir.

1472 yılının Haziran ayında adı Floransa'lı ressamlar loncasının defterine bağımsız bir ressam olarak Lyonardo di Ser Piero da Vinci diye geçti. 1482 yılına kadar ünlü ve zengin bir koruyucusu olmadan bağımsız olarak çalıştı. Sadece kendi seçtiği resim ve heykel konularını çalıştı ayrıca örneklerini doğadan alan ilk ressam oldu. Eski resim anlayışının biçim ve renk çalışmalarından oldukça ileri giderek ışık ve gölge etkilerinin ilk farkına varan ressam da o oldu. Rengin perspektifle değişkenliğini irdeledi. Fakat ışığın özelliklerini sadece görmekle yetinmedi, bilgiye karşı doymaz merakıyla gözün fiziksel yapısını inceledi, optik ve dalga hareketleri üzerine çalıştı. Bununla da yetinmeyen Leonardo, hayvan ve insan bedeninin yapısını inceledi ve adele hareketlerinin kurallarını araştırdı. İlk defa fizyoloji ve botanik'i inceleyerek bu bilimlere de öncülük yaptığını da eklersek onun ne kadar çok yönlü bir zeka olduğu anlaşılabilir.

1482 yılında Leonardo, Milano'ya gitti. O sıralar Milano'yu Ludovico Sforza yönetiyordu. Leonardo ona ilgi çekici bir mektup yazarak hizmette bulunmayı teklif etti. Askerlik ve savaş yönetiminde kendi buluşu olan dokuz yeni fikir ileri sürdü ve onuncu fikrini de şöyle özetledi; ''10. Barış zamanında, mimarlıkta, binalar kurmakta ve su yolları yapımında ustalara eriştim. Mermer bronz ya da tuğladan heykeller yontabilirim. Resim yapmak ise , mesleğimdir; bunu mesleğini yerine getiren herhangi bir adamın becerdiği kadar becerebilirim. Ayrıca, babanızın anısını ölümsüzleştirecek bir anıt yapabilirim.''

Leonardo Milano'ya giderken at başı büyüklüğündeki lutunu da yanında götürmüş, Dükün önünde çaldığı zaman bütün müzisyenleri altetmişti. Ayrıca zamanını en iyi hazırlıksız şiir söyleyicisiydi. Dük bu genç Floransalı ressamın çekiciliğine hemen kapıldı ve teklifini kabul etti. Böylece onun on yedi yıl Milano'eda yaşayıp çalışmasını sağladı.

Dehasını çeşitli çalışmalarıyla ortaya koydu. Ludovico da onun kişiliğini sanatı kadar iyi değerlendirebilmesini bildi. Leonardo bütün saray eğlence ve gösterilerinin de başındaydı. Hicivler, alegoriler ve şarkılar yazıyor ve ayrıca kendi görevleriyle de uğraşıyordu. Bu yoğun çalışma temposunu kendine has bir uyuma düzeniyle gerçekleştirebiliyordu. Günün her saatinde yanlızca 15 dakika uyuyarak verimli bir çalışma sistemi geliştirmişti. 1485 'de Milano'da görülen bir salgın, Leonardo'ya şehri bir sağlık düzeniyle yeniden kurma fikrini verdi. Planları hazırladı ve Ludovico'ya sundu. Ertesi yıl Milano katedrali için planlar hazırladı. Bu arada geometri, astronomi, enerji ve lut yapımı üzerinde çalışıyor, boş zamanlarında da Francesco Sforza'nın at üzerindeki heykelinin modelini hazırlıyordu. Yıllarca süren çalışmanın sonunda 80 metrelik heykeli tamamladı ve Milano'da sergiledi. Fakat bu dev heykelin bronzdan dökümü yapılamamıştı ve altı yıl sonra da Milano Fransızların saldırısına uğradığında okların hedefi oldu ve yıkıldı.

Leonardo Da Vinci , 1494 yılında Lombardiya ovasını baştan başa kaplayacak su yolları şebekesinin planlarını hazırladı ve şimşek ve fırtına üzerine gözlemler yaptı. Ressam Leonardo ise ''Madonna'' resmini bitirmiş ve aynı yıl resimlerinin en ünlüsü ''Son Yemek'' tablosuna başlamıştı. Bu resim Santa Maria delle Grazie manastırının duvarına yapılmıştı, fakat tempera boyası sıvaya, sıva da duvara uymamıştı, kısa zamanda parça parça dökülmeye ve bozulmaya başladı. Son Yemek adlı tablo, bozulmuş durumuna rağmen dünyanın en büyük eserlerinden biridir. Rönesansın kusursuzluğa ulaşan ilk baş eseri ve bütün çağların resim tarihinde en mükemmel kompozisyon diye tanımlanan bu eser, kusursuz tekniği ile ancak yaratıcısının esin kaynağıyla boy ölçüşebilir. Leonardo'nun Milano döneminde aralarında ''Kayaların Bakiresi'' adlı tablosunun da olduğu sayısız iç süsleme ve portre çalışması vardır.

Ludovico düklükten çekilince, Leonardo 1499 yılı sonunda Milano'dan ayrılarak Venedik'e gitti. Venedik'te Düşes Isabella Gonzaga onu son derece iyi karşıladı. Düşesin tebeşirle bir portresini yapan Leonardo, bunu sonradan bir tablo haline getireceğine söz verdi fakat bilim Leonardo'yu gittikçe daha büyük bir güçle kendine çekiyordu ve vaktinin çok büyük bir bölümünü matematiğe ve mühendisliğe ayırıyordu. Leonardo'nun mimari ve askeri mühendisliğe ilgisi, gezilerini ve etkinliklerini de belirlemişti. Savaş makineleri, toplar, nakliye ve kuşatma gereçlerine dair bilgisini dükalığın düşmesinden sonra, Cumhuriyetin askeri danışmanı sıfatıyla Venedik'e gittiğinde pratiğe dökme fırsatı buldu. Leonardo askeri mühendis olarak, Brunelleschi, Taccola, Francesco di Gorgio ve Valturio'nun kavramlarını geliştirdi. Ateşli silahların ortaya çıkmasından sonra karada ve denizde kullanılanılabilecek silahlar tasarladı ve balistik deneylerle bu silahların etkilerini gözler önüne serdi. Leonardo'nun diğer askeri tasarımları arasında çok namlulu toplar, fırlatma mekanizmaları ve patlayıcılar da sayılabilir. Ayrıca bugün kullandığımız haliyle makasın tasarımcısı da Leonardo'dur.

1500 yılının Nisan ayında Flosansa'ya doğru yola çıktı. Şimdi de coğrafyaya ilgi duymaya başlamıştı, Hazar Denizi'ndeki med ve cezir üzerine araştırmalar yapıyor, yazılar yazıyordu. Aynı zamanda Arno Nehri'nin kanalize edilmesi için planlar hazırlıyor ve diğer yol ve köprü yapımı projeleri üzerine çalışıyordu. Hatta bu tasarımlarının arasında 1502'de Osmanlı Padişahı II. Bayezid'e sunduğu ve Haliç için tasarladığı bir köprü de bulunur. Fakat kabul görmedi. -Bu tasarım daha sonra 2001 yılında Norveç'te yapıldı.- Bu dönemde Soderini Leonardo'ya yontması için bir mermer blok teklif etti, fakat buna ayıracak zamanı olmadığından teklifi geri çevirdi. Bu mermer daha sonra Leonardo'nun çağdaşı olan Michelangelo'ya Davut heykelini yapması için verilmiştir.

Michelangelo, Leonardo'yu sevmezdi. Bir gün yolda karşılaştıklarında, Michelangelo ona '' At ressamı! Bir heykeli bile bronza dökemeyip utanç içinde kaldın.'' diye bağırdığı rivayet edilir.

1502 yılında Cesare Borgia'nın hizmetine giren Leonardo, bütün orta İtalya'yı baş mühendis sıfatıyla dolaştı ve bu yolculukları sırasında yaptığı kusursuz ve ayrıntılı altı harita bugün Windsor Saray Kitaplığı'nda saklanmaktadır. Kısa bir süre sonra Floransa'ya dönen Leonardo, Floransalı bir soylunun sarayının toplantı odası için savaş resmi taslağı hazırlamakla görevlendirildi. Leonardo'nun değişiyle hayvanca bir çılgınlık olan bu savaş resmi bütün ressamların hayranlığını ve övgüsünü kazandı. Leonardo'nun Raphael gibi genç sanatçılar üzerinde bıraktığı etkiler büyük ve kalıcı oldu. Bu dönemde Leonardo, ünlü resmi ''Mona Lisa'' üzerinde çalışıyordu. 1506 yılında tamamlanan bu resimdeki kadın portresi, gülümsemesi, garipliği ve anlamının güçlülüğüyle ün salmıştır.

Aynı yıl bir kere daha Milano'ya gitti ve ünü ordan Fransa'ya kadar ulaşana dek orda kaldı. 1514 yılında Fransa kralı I. Fransuva'nın teklifini kabul ederek Ambois yakınındaki Cloux şatosuna yerleşti. Öldüğü 1519 tarihine kadar da burada yaşadı.

Olağanüstü resim ve heykellerinden başka not defterlerindeki yazıları ve taslaklarıyla yüzyılların en büyük insanı ve en yüce zekası sıfatını hakeden Leonardo, ta o çağlarda bir uçak taslağı çizmiş, buharın kullanılışını da inceleyip, bir buhar topu ve gemilere çark şemaları da çizmiştir.

Hidrolik biliminin yaratıcısı ve resim çekiminde karanlık odanın bulucusudur. Suyun molekül yapısı, ses ve ışık dalgaları üzerine geniş bilgisi olan Leonardo, çiçek ve filiz yapısı ve düzeni konusunda da çalışan ilk kişidir.

PABLO PICASSO

25 Ekim 1881’de Málaga, İspanya’da dünyaya geldi. İspanya’nın önemli sanat enstitülerinde öğretmenlik yapan ve bir müzede küratör olarak çalışan Jose Ruiz Blasca ile İtalyan asıllı Maria Picasso Lopez’in ilk çocuklarıydı. Doğduğu gün ölümle ilk kez burun buruna gelen Picasso’nun ebesi onun öldüğünü düşünüp tüm özenini annesine yöneltmiş, ancak doktor olan amcası Don Salvador’un soğukkanlılığıyla Picasso son anda kurtulmuştu. 1884 yılında kız kardeşi Dolores ve 1887’de Concepcion doğdu. Picasso sanata düşkün bir aileden geliyordu. Zira anne ve baba tarafında da ressam akrabaları vardı. Resimle ilgili büyük yeteneği çok küçük yaşlarında ortaya çıkan Picasso’nun söylediği ilk sözcük İspanyolca kalem anlamına gelen Lapiz’in kısaltılmışı “Piz” olmuştu. Zira kâğıt ve kalemle olan ilişkisi o yıllarda başlamıştı. İlk eğitimini babasından alan Picasso, sonrasında Academia de San Fernando’ya devam etmişti. Yaşamının ilk on yılını doğduğu kasaba Malaga’da geçiren Picasso’nun ailesi geçim sıkıntısı çekiyordu. Ancak babasının İspanya’nın kuzeyinden daha iyi ücretle yeni bir iş teklifi alması üzerine dört yıl geçirecekleri Atlantik kıyısındaki eyalet merkezine taşındılar. 1894 yılında kız kardeşi Concepcion’ın difteri sebebiyle hayatını kaybetmesi Picasso’nun yaşam ve sanat üzerine fikirlerini önemli ölçüde etkileyecekti.

Sanat konusunda başlangıçta babasını örnek alan Picasso, 13 yaşına geldiğinde çalışmalarıyla herkesi kendine hayran bırakan bir ressam olmuştu. Babası Jose Ruiz Blasca, Picasso’nun yaptığı güvercin resminden o kadar etkilenmişti ki tüm gereçlerini oğluna vererek onun artık olgun bir sanatçı olduğunu kabul etmiş ve bir daha hiç resim yapmamıştı.

1895 yılının ilk aylarında Ruiz Blasco ailesi Barselona’ya taşındı ve Picasso doğru dürüst eğitim görmemesine rağmen 14 yaşında tanınmış bir sanat okulu olan Llotja Sanat Enstitüsü’ne kabul edilmeyi başarmıştı. Disipline olan tahammülsüzlüğü ve desen egzersizleri üzerindeki titizliği okul hayatının en belirgin özellikleriydi. Barselona’da geçirdiği yıllarda yaratıcı fikirlerle dolup taşan Picasso o dönemde modernistlerle ve zengin burjuva aileleriyle tanıştı ve resim dilinin gelişiminde önemli rol oynayacak olan Carles Casogemos ile arkadaş oldu. Çıraklık döneminin sona ermesinden çok önce Barselona’nın en tanınmış ressamları arasına giren Picasso’nun, Barselona’da o güne dek gerçekleştirilen en önemli sergide ilk büyük boyutlu yağlı boya tablosu sergilendi. 1897’de Malaga’da geçirilen bir yaz tatilinin ardından Picasso, Madrid’deki yeni atölyesine taşındı ve İspanya’nın en tanınmış sanat okullarından birine girdi. Önceleri geçmişin usta ressamlarını kopya edip onların biçemlerini kullanan ressam, daha sonra bu resimlerden ilham alıp kendi stilini oluşturmaya başladı.

1900’de ilk kişisel sergisini Galeri Volland’da açan ve Paris’e ilk ziyaretini gerçekleştiren ressam, yakın arkadaşı Carlos Casagemas’ın intiharıyla yepyeni bir döneme girdi. Yaşadıklarını mavi renk temasıyla eserlerine yansıttığı bu döneme Mavi Dönem adını veren Picasso, yaşlılık, fakirlik ve ölüm konuları üzerine eğilmişti. Dama en Eden Concert (1903), La Vida (1903), Las dos hermanas (1904) gibi tabloları o dönemin bir ürünüydü. Mavi döneminde resimlerinde hüzün ve melankoli egemendi. Aslında gökyüzünün rengi olan mavi çocukluğundan itibaren Picasso’nun en sevdiği renk olmuştu ve bu rengi, ilk dönem resimlerinde güçlü duyguları ve hüznü ifade edebilmek için kullandı. Picasso bu dönemde ayrıca ilk heykellerini de yaptı. Çağın en büyük sanatçılarından biri olan Rodin' in yapıtlarını görmesi onun yaşamına yeni bir boyut kazandırmış ve plastik çalışmalara başlamıştı. Bu periyodun en öne çıkan çalışması bugün Cleveland's Museum of Art'ta sergilenen "La Vie" (1903)'ydi. Mavi Dönem 1901-1903 yılları arasındaydı.

1904’te Paris’e yerleşen Picasso, ona Fransızca öğretecek olan gazeteci ve şair Max Jacob’la birlikte yaşıyordu ve daha sonra evleneceği Fernande Olivier'le tanışması da o günlere rastlıyordu. Paris günleri Picasso’nun yeni başlayan döneminin de habercisi niteliğindeydi. Mavi Dönem’den sonra yine bir temel rengi ağırlıklı olarak kullandığı ve resmin ruhunu ortaya çıkaran yeni dönem gelmişti: Pembe Dönem. Renkten çok çizgi ve desen kullanımına önem vermeye başlayan Picasso’nun kompozisyon tercihi daha estetikçi bir durum aldı ve tercih ettiği renkler gri-pembe aşı boyası ve kahverengi ağırlıklıydı. Desenlerinde cambaz ve soytarı figürlerine giderek daha sık rastlanmaya başlanan ressamın bu dönem çalışmalarında hüzün duygusu biraz daha hafiflemişti. Sirk insanları, palyaçolar yeni kahramanlarıydı. Dönemin en önemli eserlerinden biri, Washington'daki The National Gallery'de sergilenen "Family of Saltimbanques"(1905)'ti. Pembe Dönem’e ait diğer çalışmalardan bazıları ise "Lady with a Fan"(1905), "Harlequin Family"(1905), "Woman with Loaves"du.(1906) Bu dönemde kullandığı figürlerin yalın ve köşeli düzenlenişi Kübizm’in doğuşunun habercisi niteliğindeydi.

Picasso’nun çalışmaları 1905 yılından itibaren klasik bir hava kazanmaya başlamıştı. Aynı dönemde yaşayan Henri Matisse'den ve Henri Rousseau'dan çok etkilenen ressamın Kübizm yolculuğu da o dönemde start aldı. Ayrıca 1906 yılı sonlarında Picasso artık yalnızca resim ve desen alanında değil, heykel ve gravürde de tanınmaya başlamıştı.

Bu dönem, Picasso'nun resimlerini sadece çok yakın dostlarından başka kimselere göstermediği dönemdi ve ilk Kübist resimlerini tamamlayana kadar durum bu şekilde devam etti. Ressam düz alanda üç boyutlu formları birbirinin üzerine gelecek şekilde kullanmaya, insan anatomisini göründüğünden farklı işlemeye başlamıştı. Picasso, yakın arkadaşı Georges Braque’la birlikte 1907 yılında başlayan ve sanat tarihinde yepyeni bir çığır açan Kübizm Akımı’nı başlattı. Picasso’nun Kübist sanat anlayışının ilk örneği ise aynı yıl tamamladığı Avignonlu Kızlar isimli tablosuydu. Bu dönemde yaptığı resimlerin en ünlüleri Pipo İçen Adam (1911) , kolaj tekniğiyle yaptığı Bambu Sandelyeli Natürmort (1912) ve bir karakalem çalışması olan Şişe, Bardak ve Keman’dı. Georges Braque’la aynı akım üzerine resmettikleri çalışmalar birbirine benzediği için eserlerini birbirinden ayırmak zor oluyordu. Kübist tabloların genel özelliği, geometri ve geometrik şekillerin kullanılmasıydı ve resmedilen nesneler geometrik formlar oluşturacak şekilde basitleştirilmiş veya geometrik şekillere bölünmüştü. Kübizmin bir diğer özelliği de uzaydaki üç boyutlu bir cismi iki boyutlu yüzeye aktarma çabasıydı ve Picasso bu amaçla şekilleri yanal yüzeylerine bölüştürüp her birini iki boyutlu yüzeyde göstermeye çalışıyordu. Yine bu nedenden portrelerindeki insanlar hem profilden hem de cepheden görülmekteydi. 1910 yılından itibaren Picasso ve Braque Kübizm akımını yeni bir boyuta taşımaya başlamışlardı. Bu ilk aşama objelerin parçalarına ayrıldığı "Analitik Kübizm" olarak bilinmekteydi. Burada amaç objeyi taklit etmekten çok onun gerçeğini yansıtmaktı ve dönemin önemli eserleri şu şekildeydi: "The Guitar Player"(1910), "Portrait of Ambroise Vollard"(1910), "Accordionist"(1911), "Aficionado"(1912). 1912 yılında ise Picasso ve Braque ortaklığında Kübizm akımı, bir başka basamağına geçti: "Sentetik Kübizm". Gerçek dünyayı tuvale aktarmak anlamında uç noktada değerlendirilen bu basamakta, küçük parçalar önemli yer tutmaktaydı. Ressamın Sentetik Kübizm döneminde ortaya çıkan çalışmalarından bazıları "Guitar and Violin"(1912), "Glass and Bottle of Suze"(1912), "Clarinet and Violin"(1913) ve "The Italian Girl"dü. (1917)

Birinci Dünya Savaşı döneminde Braque’la ortaklığı sona eren Picasso, savaş sonrasında toplumsal çözülmeyi ve teknolojik terörün yarattığı dehşeti resimlerine yansıtmaya başladı ve klasik çizgisine geri döndü. Jean Cocteau ile beraber Roma'da kaldığı bu yıllarda sahne dekoratörü olarak çalışmaya da başlayan Picasso, dansçı Olga Kokhlova'yla tanıştıktan çok kısa bir süre sonra yeniden dünya evine girdi. Oğlu Paulo’yla birlikte eşinin birçok portresini de yapan Picasso 30’lu yıllarda sürrealizmden etkilenmeye başlamıştı.

1927 Ocağında Marie-Therese'yla tanışan ve aşık olan Picasso, eşi Olga’yla anlaşamıyordu. Therese’nin sayısız resmini yapan ressam bu ilişkisini yıllarca sürdürdü. Olga ile geçimsizlikleri artık dayanılmaz bir noktaya ulaştı ve o dönem hamile kalan sevgilisi Marie-Therese’den Maya isminde bir çocuğu oldu. Ancak ondan bir türlü ayrılmak istemeyen Olga yüzünden sinirleri bozuk olan Picasso, kolay kolay işe yoğunlaşamamaktaydı. Bir mektubunda: “Bu hayatımın en kötü dönemi.” diye not düşen ressam herkesten uzaklaşarak şiir yazmaya başladı.

1931 yılında Paris yakınlarında bir konak satın alan Picasso arkadaşları Louis Fort ve Gonzales' in teşviki ile gravür ve heykel atölyesi kurdu.

27 Nisan1937 yılında Almanların saldırısıyla bombalanan Guernica kasabasının durumu ressamı çok etkilemişti. Picasso bu olaydan sonra tamamladığı eserine Guernica adını verdi. Konuyla ilgili olarak ilginç bir olay da gelişmişti. Zira Picasso atölyesinde Guernica’yı tamamlamak üzereyken Alman bir komutan içeri girmiş, tabloya uzun süre baktıktan sonra Picasso’ya bu resmi siz mi yaptınız diye sormuştu. Bunun üzerine ünlü ressamın cevabı: “Hayır, siz yaptınız.” olmuştu. Guernica, Picasso'nun en ünlü eseri olarak değerlendirildi. İspanya İç Savaşı sırasındaki Alman bombardımanını sembolize eden bu büyük tablo, savaşın insanlık dışı, umutsuz ve alçakça tarafını yansıtıyordu. Uzun yıllar New York'taki Modern Sanatlar Müzesi'nde kalan tablo Picasso’nun isteği üzerine ülkesi İspanya’da sergilenmedi. Zira Picasso, İspanya'da uygulanan demokrasiden memnun değildi. Tablo ancak 1981 yılında kendi topraklarına geri dönerek Cason del Buen Retiro'da sergilenmeye başlamıştı. Madrid'de 1992 yılında Reina Sofia Museum açıldığında ise "Guernica" bu büyük müzenin en önemli parçası olarak şimdiki yerini aldı.Picasso'nun bu dönemde ortaya çıkardığı en önemli eserlerinden bazıları "Woman-Flower"(1946), "Portrait de Sylvette"(1954) ve "Don Quixote"tu.(1955)

Hayatı boyunca savaşa karşı olan fakat hep savaşla yaşamak zorunda kalan Picasso’nun yakın arkadaşlarından Max Jacob, 1944 yılında Almanlar tarafından götürüldüğü Yahudi toplama kampında öldürüldü. 1945 sonbaharında iki yıldır tanıdığı ressam Françoise Gilot ile yaşamaya başlayan Picasso, Güney Fransa’ya yerleşerek sevgilisi Françoise' in sayısız portresini yaptı.

1949 yılında ressamdan üyesi olduğu Komünist Parti tarafından Paris' te düzenlenen Barış Kongresi için bir afiş yapması istendiğinde Picasso bugün barışın simgesi olan güvercin resmini yaptı ve çalışması Avrupa' nın bütün kentlerinde duvarları kapladı. Claude’dan sonra Françoise Gilot’tan doğan ikinci çocuğunun ismini de İspanyolcada güvercin anlamına gelen Paloma koyan Picasso, 1956 yılında Macaristan' ın Sovyetler tarafından işgaline kadar politik faaliyetlerine devam etti. Oldukça üretken olan Picasso, 1948' den beri yaşadığı Vallauris' te seramik ve çömlekçiliğe merak sararak bu alanda çok yaratıcı eserler ortaya koydu. 70 yaşında olmasına rağmen, mutlu, canlı ve enerjik olan ressam, Françoise’in iki çocuğunu alarak ondan ayrılmasından sonra eski depresif günlerine geri döndü. Kendisini bir sinema yıldızı gibi izleyen gazetecilerden bunalan ressam yeni sevgilisi Jacqueline Roque' la Cannes sırtlarında denize bakan “La Californie” adlı villasında gözlerden uzak bir yaşam sürmeye başlayıp sadece yakın arkadaşları ile görüşmeye başladı.

14 Mart 1961 tarihinde Jacquelin Roque ile evlenerek Cannes' e sekiz kilometre uzaklıkta küçük bir kasaba olan Mougins yakınlarındaki bir tepedeki çiftliğe yerleşti.

1 Mayıs 1970' de son yıllarda yapmış olduğu resimleri Avignon' daki “Papalar Sarayı” nda sergilenen ressam, dostu Jaime Sabarte' nin yardımları ile Barselona' da açılan Picasso Müzesi'ne gençlik yıllarında yaptığı tüm eserlerini hediye etti.

Yapıtlarıyla, yaşarken ölümsüzlük mertebesine ulaşan ressam, 8 Nisan 1973'te hayata gözlerini yumdu. Yaşamının son yirmi yılında kariyerinin en üretken dönemini geçiren Picasso, hiç kuşkusuz 20. Yüzyılın en önemli sanatçılarındandır.

VINCENT VAN GOGH

Vincent Van Gogh (1853-1890)

Vincent Van Gogh 30 mart 1853’te Zundert’te (Hollanda), bir Protestan papazının oğlu olarak dünyaya geldi. İyi bir genel eğitim aldıktan sonra 1869’da, Lahey’de sanat tüccarı Goupil’in yanında çalışmaya başladı. 1873’te, kendisinden dört yaş küçük olan kardeşi Théo da Goupil’in Brüksel’deki bir şubesine girdi; aynı günlerde Van Gogh da şirketin Londra’daki şubesine atandı. Van Gogh ölünceye kadar kardeşiyle mektuplaştı. Belli bir yerde durmayan, birçok ülke ve şehir değiştiren, ailesiyle sürekli bozuşup barışan Van Gogh, sinirli ve coşkulu bir karaktere sahipti; belki de buna bağlı olarak toplum dışına itilmiş kişilerle ilgilenmeye başladı ve vaiz oldu. Mons bölgesinde (Belçika) yer alan Borinage’daki küçük çocukları eğitmekle görevlendirildi: onları öylesine büyük bir coşkunlukla eğitmeye çalıştı ki sonunda hasta düştü. Böylesine aşırı bir coşku göstermesi öbür kilise mensupları tarafından hoş karşılanmadı ve Van Gogh kısa bir süre sonra görevinden alındı.

Hollanda Yılları
Geçirdiği bu deneyimin yanı sıra Dickens’ın, Dostoyevski’nin kitaplarından da büyük ölçüde etkilenen Van Gogh, yirmi altı yaşındayken ressam olmaya karar verdi. Artık gizemci arayışını sanat alanında sürdürecek, Millet’nin köy yaşamını konu alan tablolarını kopya etmeye başlayacak ve akrabası olan ressam Anton Mauve’un öğütlerini dinleyecektir. Ne var ki Théo ile birlikte sanatçının tek desteği olan Anton Mauve, bir süre sonra fazla tuhaf bulduğu Van Gogh’a sırt çevirdi. Vincent’ın sanat tüccarı olan bir amcası kendisine on iki Lahey manzarası ısmarladı. Van Gogh bunun üzerine resimlemeci (illüstratör) olmaya yöneldi. Nuenen’deki ana babasının yanına dönünce köy yaşayışından sahneler resmetti ve natürmortlar yaptı. Gündelik hayattaki nesneleri ışık-gölge karşıtlıklarıyla veren bu kompozisyonların da XVII. yy. Hollanda ressamlarından (Rembrandt, Gerard Dou, Gabriel Metsu) esinlendi.

1885 yılının kışında, elli kadar köylü yüzü çizdi; bunlar sofrada bir yemek anını canlandıran daha iddialı bir kompozisyon için yaptığı etütlerdi. Yakınları ve çevresindekiler kendisine poz verdiler ve Van Gogh bütün gücüyle sefaleti, umutsuzluğu ve boyun eğmeyi anlatmaya çalışırken, bu özellikleri de şiddetli ışık ve gölge karşıtlıklarıyla daha yoğun hale getirdi. Nisan 1885’te, babasının ölümünden bir yıl sonra Van Gogh Patates Yiyenler adlı o büyük kompozisyonuna son fırçasını da vurdu.

Ama köyün papazı, kilise mensuplarından ona artık poz vermemelerini istedi. Bunun üzerine sanatçı Nuenen’den ayrılarak Anvers’e gitti ve orada kendisi için son derecede önemli olan iki keşifte bulundu: bunlardan biri Güzel Sanatlar Müzesi’nde görüp hayran kaldığı Rubens’in tablolarıydı, öbürüyse Doğu’nun ilgi çekici eşyalarını satan dükkanlarda gördüğü Japon estamplarıydı. Modele bakarak çalışmak için Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptırdı; ama bu arada ticari amaçla portreler ve şehirden görüntüler çizmeyi de sürdürdü. Başarısız olması üzerine cesareti kırıldı Ve 1 mart 1886’da Paris’e hareket etti.

Paris’te Bohem Hayatı
Vincent, Paris’te modern resmi tanıdı ve sanat piyasasında kendini kabul ettirebilmek için üslubunu değiştirmek gerektiğinin bilincine vardı. Kardeşiyle birlikte Montmartre’daki Lepic sokağında rahat bir daireye yerleşti. Paris’in büyük bulvarların dahi tablo satıcılarının vitrinleri önünde dolaşıp durdu; Julien Tanguy’nin dükkanının müdavimi oldu ve hatta Japon estamplarını fon diye kullanarak Tanguy’nun bir portresini yaptı.

Delacroix ile Puvis de Chavannes’ın resimlerine ve süslemelerine, Monticelli’nin kalın boya tabakasıyla gerçekleştirdiği, renkleri çok canlı natürmortlarına hayran kaldı. İzlenimcilik onu şaşırttı ama aynı zamanda aydınlık resmi bulmasını da sağladı.

1887 ilkbaharında, dostu Signac, onu açık havada çalışmak üzere Asnières’e götürdü. Yeni izlenimciliğin etkisiyle, fırça darbeleri parçalara ayrıldı, paleti aydınlandı. Van Gogh tablolarına artık saf renk dokunuşlarıyla belirginleşen ince gri nüansları katmaya başladı. Yakın banliyöden görünen birçok Paris manzarası yaptı; bu tablolarında, doğmuş olduğu ülkenin hiç de yabancı olmadığımız görüntülerini çağrıştıran Montmartre değirmenleri göze çarpıyordu. Kasım 1887’de Cichy yolundaki Grand Bouillon’da hem kendi eserlerini, hem de arkadaşları Émile Bernard, Louis Anquetin ve Toulouse-Lautrec’in eserlerini sergiledi.

 Ressam Cormon’un atölyesinde tanımış olduğu bu arkadaşları kendileri ne “Küçük Bulvarın İzlenimcileri” adını vermişlerdi. Van Gogh, Paris’te geçirdiği iki yıl içinde aşağı yukarı 220 tablo ve desen gerçekleştirdi: bunların arasında kendi portreleri, şehir manzaraları, çiçek resimleri, heykel ve Japon estampı kopyaları, meyve, ayakkabı ve kitap natürmortları (Paris Romanları) vardı. Hollanda dönemine ilişkin karanlık üslubu bıraktıktan sonra kalın bir boya tabakası sürdüğü palet bıçağının yanı sıra fırça da kullandı ve işlediği motiflere biçim veren dokunuşları görünür durumda bıraktı: çoğunlukla ışıl ışıl parıldayacak biçimde vurulan bu fırça darbeleri, işlenen konuya özel bir titreşim katıyordu. Van Gogh’un sanat anlayışı, sadece birkaç ay içinde tam anlamıyla değişmişti. Ama gerek çalışma hırsı, gerekse Montmartre’ın zevk ve eğlence çevrelerine düşkünlüğü nedeniyle hem kafaca hem de bedence yorgun düştü. Şubat 1888’de, dinlenmek ve daha yumuşak bir iklimde yaşamak için Fransa’nın güneyine gitmeye karar verdi.

 

 

 

 

Haziran başlarında Van Gogh, Saintes-Maries-de-la-Mer’de bir süre kaldı; sahile yerleşerek sürekli yenilenen bir manzarayı birkaç çizgiyle resmetmek istiyordu. Desen kağıtlarını kamış kalem kullanarak çini mürekkebiyle kaplıyor, kendi yaptığı perspektife uygun çerçeve sayesinde manzara ile ilgili çok kesin notlar alıyordu; böylelikle her öğe, tahtadan bir kasnağa yatay ve düşey olarak gerilmiş iplerin yarattığı kareli görüntü sayesinde kolayca yerine oturtulabiliyordu.

Van Gogh daha sonra sahil manzaraları yapmak için atölye de yaptığı etütleri yenide ele aldı. Bu desenler, onun konuyu büyük deformasyona uğratmasına yol açan doğal, içten gelen bir anlatıma egemen olmasını sağlıyordu. Arles’a yeniden döndüğünde, açık hava çalışmalarını sürdürdü, çini mürekkebiyle tarlada çalışanların resimlerini çizdi, daha sonra da bunları tablo haline getirdi.

Van Gogh, Gauguin ve Émile Bernard ile Fransa’nın güneyinde (Midi) bir atölye, Pont Aven’dakine benzer bir sanatçılar topluluğu kurmak istiyordu. Gauguin’e ithal ettiği kendi portresini buna karşılık olarak ona, gönderdi. Gauguin de buna karşılık olarak ona, yüz çizgilerin iyice belirginleştirdiği ve bile bile Jean Valjean’a benzettiği bir tuval yolladı; tablonun adıysa Sefiller’di. Her iki sanatçı da birbirinin düşüncesini almadan kendilerini toplumun paryaları olarak temsil etmişlerdi. Gauguin Arles’a gitmek üzer Pont-Aven’dan ayrıldı ve 23 ekim 1888’de Arles’a vardı. Ancak iki sanatçı, bir araya geldikten sonra, umdukları gibi pek öyle huzurlu bir hayat yaşayamadılar. Ordan birbirine karşıt kılan şeyin ne olduğunu kısa sürede fark ettiler: zevkleri ve yaşama ritimleri. İlk günlerde Gauguin çalışma ve dinlenme günleri belirlemek istedi. İki ressam bazen yan yana aynı motifler üstünde (Alyscamps’ların bahçesi, şehrin çevresindeki kırlar, gece kahvesi) çalışıyorlardı, ama Gauguin Arles’daki yaşama biçimini hiç beğenmiyordu. Sık sık kavga ediyorlardı. Böyle bir kavgadan sonra Vincent kulağını usturayla kesti ve kopan parçasını bir fahişeye hediye etti. Bunlar olup biterken Gauguin olay yerinde değildi; ama yine de tutuklandı. Serbest kalır kalmaz Théo’dan kardeşinin yanına gelmesini rica etti. Üç gün sonra 26 aralıkta iki adam birlikte Paris’e döndü. Vincent ise hastaneye yatırılmıştı. Düşünülenin tersine Van Gogh kısa zamanda kendine geldi. Atölyesine döndü, sargılı kulağını gösteren bir portresini yaptı.

Ne var ki, bu iyileşme geçiciydi. Kaygılar, sıkıntılar kısa sürede ressamın ruh sağlığını bozmuştu. Van Gogh şubatta yeniden hastaneye yatırıldı, sonra kendi isteğiyle Saint-Remy yakınlarındaki Saint-Paul-de-Mausole’e yattı. Buranın müdürü atölye olarak kullanması için ressama bir oda verdi. Van Gogh, ya pencereden dışarıya bakarak ya da hastanenin bahçesinde çalıştı, bahçedeki çiçekleri, çınar ağaçlarının ve çeşmenin resmini yaptı.

Bazen bir hastabakıcı eşliğinde hastane dışına çıkıyor, zeytin ağaçlarını ve selvileri boyayı kalın tabakalar halinde kullanarak tablolarına aktarıyordu. Bu ağaçların kıvrımlı, dolambaçlı biçimleri, gökte döne döne ilerleyen korkunç bulutlarla uyum içindeydi. Bu tablolar ressamın acılarını, sıkıntılarını yansıtıyordu. Bundan sonra geçirdiği delilik krizleri 1889 temmuzunun ortalarından 1890 kışına kadar birbirini izledi ve çalışmalarını engelledi. Kısa süren yatışma dönemlerindeyse ressam Millet’nin estamplarını kopya ediyordu. Bunlar röprodüksiyondan çok renkli gerçek birer eser niteliğindeydi.

Auvers-Sur-Oise
Bir süre için sağlığına kavuşan sanatçı Auvers-sur-Oise’a hareket etti, bu arada Paris’e de uğradı. Orada, tuvallerinin Théo’nun dairesinde yığılı olduğunu gördü, bu ona çok acı verdi, çünkü tabloların satışı için Théo’ya güveniyordu; öte yandan bazı tuvallerinin de Peder Tanguy’nin evinde, bir tahtakurusu deliğinde» süründüğü de gözünden kaçmadı.

Yalnızlığına ve hastalığına rağmen ressam hiçbir zaman kendini kabul ettireceği umudunu yitirmedi. Mayıs sonunda Auvers-sur Oise’da, küçük, gösterişsiz Sanit-Aubin oteline, sonra da Ravoux kahvesine yerleşti. Koleksiyoncu olan ve kendisine yakınlık gösteren Doktor Gachet tarafından tedavi edildi. Van Gogh onun iki kez portre resmi yaptı. Güzel yaz günlerinde kır manzaraları, buğday tarlalarını, saman yığınlarını konu aldığı tuvaller de yapıyordu.

Bu kompozisyonlarda geleneksel olana bir dönüş vardır,ama yine de fırça darbeleri çok daha belirgindir ve bir yürek darlığı bir iç sıkıntısı kendini belli eder. Hayatını tehdit eden tehlike, tablolarında, buğday tarlaları üstünde uçuşan kargaların belirmesiyle açığa çıktı. Sanatçı ölümü böyle üzüntü verici bir manzara içinde seçti ve 27 temmuz 1890’da göğsüne bir kurşun sıktı; iki gün sonra da öldü. Altı ay sonra Théo da öldü. İki kardeş Auvers-sur Oise mezarlığında yan yana gömülmüşlerdir. 



IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.